İçine hapis olduğumuz bu küçük mavi nokta daha en başından biliyordu insanın evren karşısındaki çaresizlik sınanışını. Binlerce yıl boyunca, evreni anlamaya çalışırken aslında kendimizi anlamaya çalıştık. Bir zamanlar sadece hayatta kalmaya çalışan, ateşi elleriyle tutan, mağaraların duvarlarına korkularını çizen bir türdük. Sonra gökyüzünü izledik, yıldızları tanrı sandık, toprağı işledik, dili yarattık, şehirler kurduk. Farkında olmadan, beynimizin karmaşık ağları, deneyimlerimize göre şekillenirken, algılarımız öyle kesinleşti ki, sanki dünya bizim merkezimizmiş gibi hissettik; tüm gerçeklik, “ben” kapısına açılıyormuş gibi. Ama gerçek şu ki, biz, sıradan bir gezegenin, önemsiz bir köşesinde yaşamaya çalışan kırılgan bir türüz. Ne kadar ileri gidersek gidelim, o mağara duvarlarındaki korku hâlâ bizimle.
Çoğumuz bilinmezliğin ortasına atılırız ve bu boşlukta sessizce kayboluruz; isimsiz, amaçsız, hatırlanmadan. Ama bu sürüklenişin içinde hâlâ direnmeye değer bir şey vardır: Belki yarın, insanlık gerçekten kim olduğunu hatırlayacaktır. İşte bu yüzden, o yarınları korumalıyız. Belki de insanlığın aynaya bakıp kendini tanıyabileceği tek gün, henüz gelmemiş o gündür. Her geçen yıl, yüzümüzde beliren çizgiler sadece yaşanmış yılları değil, zamanın hepimiz için hızla tükendiğini fısıldar. Yaşlı yüzlerde yalnızca geçmişin değil, ertelenmiş kararların bedelini, sessiz kalışların yankısını ve artık geç kalınmaması gerektiğini görürüz. Kısa bir ömrü yalnızca kendine adamak, bu gezegene ve onun içindekilere karşı açık bir ihanettir. Hayat, şaşkınlıkla harcanacak kadar uzun değildir. Eğer bilinmezliğin içinde yürüyeceksek, anlamla yürüyelim. Eğer kaybolacaksak, bizden sonrakilere yol gösterecek bir ışık bırakarak, karanlıktaki sessiz kayalardan birine dönüşmemek için verilen, kırılgan ama umut dolu bir çaba içinde kaybolalım. Ve gözümüzü kapattığımızda her şey sona erecekse, en azından insanlık için bir başlangıç bırakmalıyız.